Öncü Kadın Genel Başkanımız Meltem Ayvalı kadına yönelik şiddet olaylarının ardından gündeme gelen “İstanbul Sözleşmesi” hakkında açıklamada bulundu. Ayvalı, İstanbul Sözleşmesi’nden neden çıkarılması gerektiğini gerekçeleriyle açıkladı. Ayvalı “Cumhuriyet Devrimimizin kazanımlarını dinamitleyen, emperyalist Batı ile çürümeyi paylaşacağımız bir toplum projesi dayatılmaktadır” dedi.
Açıklamanın tamamı:
Aziz Türk milleti,
Değerli basın emekçileri,
Vatan Partisi, başta Öncü Kadın’ın yönetim organları olmak üzere çeşitli kademedeki parti organlarında İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmış ve 29 Temmuz 2020 tarihli Merkez Yürütme Kurulu toplantısında konuyu oybirliğiyle karara bağlamıştır. Partimizin konuyla ilgili kararını Milletimizin değerlendirmesine sunuyoruz.
Bilindiği gibi, 11 Mayıs 2011 günü İstanbul’da toplanan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu, İstanbul Sözleşmesi’ni imzaya açmıştı. İlk imzayı hiçbir çekince koymaksızın Sayın Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye hükümeti atmıştı. Sözleşmenin imzalandığı dönemin koşullarına göz atıldığında; Opuz-Türkiye kararı ile ilk defa bir ülkenin AİHM’de aile içi şiddetle ilgili bir davada mahkûm edildiği, “kadın cinayetleri yüzde 1400 arttı” haberleri ile kadına yönelik şiddetin kaygı verici boyutlarıyla gündeme geldiği, diğer yandan ise açılım projelerinin Türkiye hükümetine yön verdiği hatırlanacaktır. Bu koşullar, sözleşmenin onaylanmasına dair kanunun gerekçesine “uluslararası saygınlık kazanma” vurgusuyla yansımıştır.
Sözleşme 14 Mart 2012 günü yalnızca 26 dakikalık görüşme sonunda, Batı denetimindeki bütün partilerin, Ak Parti, CHP, MHP, BDP milletvekillerinin oybirliğiyle TBMM’de onaylanmıştır. Böylece İstanbul Sözleşmesi, Anayasamızın 90. Maddesine göre, Türkiye hukuk düzeni içinde Anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyecek bir hukuki düzenleme olarak yer almıştır.
Avrupa Konseyi üyesi 13 ülke sözleşmeye taraf olmamıştır. Rusya ve Azerbaycan sözleşmeyi hiç imzalamamış; Birleşik Krallık, Macaristan, Bulgaristan gibi 11 ülke ise imzalamış ancak parlamentolarında onaylamamış, yani sözleşmeye taraf olmamıştır. Avrupa Konseyi üyesi olmamasına rağmen sözleşmeye taraf olabilecek ülkelerden hiçbiri sözleşmeyi imzalamamıştır. İstanbul Sözleşmesi, imzalayarak ve onaylayarak taraf olan ülkelerde 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Bugün gelinen nokta itibariyle; Sözleşme üzerine tartışmalar ne yazık ki sloganlara hapsedilmektedir. Batı merkezli medya tarafından kamuoyuna yanıltıcı bilgi verilerek, Sözleşmenin kadına şiddeti önleyecek bir rolü olduğu havası yaratılmaktadır. Bu durumda başta Vatan Partisi olmak üzere toplumun kadın erkek eşitliği konusunda duyarlı kuvvetlerinin ve elbette devleti yönetenlerin, algılara teslim olmayarak kamuoyunu aydınlatma, milleti kadına yönelik şiddetin önlenmesi için seferber etme görevi vardır. Kadına yönelik her türlü ayrımcılık ve şiddete kesinlikle son vermek, hepimizin sorumluluğudur. Başarıya ulaşmak için, kadınıyla erkeğiyle Cumhuriyet Devrimimizin değerleri ve programı çevresinde birleşmek ve kararlılıkla mücadele etmek durumundayız.
KADINA EŞİTLİK MEVZİSİNDEYİZ
Vatan Partisi olarak, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı tavrımızı, kadınlarımızı her tür şiddet, haksızlık, eşitsizlik ve aşağılamadan kurtarma kararlılığı belirliyor. Kadınlarımızın sorunlarının dışardan dayatılan toplumumuza yabancı sözleşmelerle değil, eşitsizlikleri bütün ekonomik, toplumsal, kültürel, ideolojik, geleneksel ve töresel temelleriyle ortadan kaldıracak devrimci uygulamalarla çözüleceğinin bilincindeyiz. Kadınımızı acılar içinde yanmaktan ve erkeğimizi bu utançtan bir an önce kurtarmakta kararlıyız. .
SÖZLEŞME YENİ CİNSİYETLERİ KABUL EDİYOR
İstanbul Sözleşmesi “maksadının” her ne kadar kadına şiddeti önlemek olduğunu ileri sürse de farklı cinsiyet kabullerini kadın sorunu gerçeğinin içine gizleyen, toplumun doğal olmayan cinsiyetlere parçalanmasına rıza gösterilmesini dayatan bir metindir. Şekere bulanmış zehirdir. Bu yönüyle; iddia edilenin aksine kadını değersizleştirmekte, aileyi tahrip etmekte ve toplumu ayrıştırmaktadır. Birlikte mücadele edecek kadını ve erkeği karşı karşıya getirmektedir. Kadını metalaştırmakta, sorunu çözümsüzlüğe yöneltmektedir.
İstanbul Sözleşmesi Türkiye’ye kadını aşağılayan yeni bir toplumsal model dayatmaktadır. Sözleşmenin dayattığı toplumda kadın ve erkek cinsiyeti dışında cinsiyetler vardır. Bu cinsiyetler, “toplumsal cinsiyet”, “cinsel yönelim”, “cinsel kimlikler” şeklinde sözleşmede yer almaktadır. Sözleşme; LGBTİ diye başlayarak alfabenin bütün harflerini kapsayan, kadın ve erkek cinsiyeti dışında, doğadan farklı, çürümüş neoliberal sistemle dayatılan cinsiyet türlerini hukuk normu olarak belirlemeye teşvik etmektedir.
“Toplumsal cinsiyet” kavramı, Sözleşme’nin 2, 3/c, 4/3, 4/4, 6, 49/2, 60/1 ve 60/2. maddelerinde geçiyor. “Toplumsal cinsiyet”, 3/c maddesinde şöyle tanımlanıyor: ‘‘Toplumsal cinsiyet’, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.”
Aslında, Türk kadını yıllardır toplum tarafından dayatılan cinsiyet rollerine ve ayrımcılığa karşı mücadele etmektedir. Oysa sözleşmede toplumsal cinsiyet tanımının yapıldığı bu maddenin hemen ardından gelen ve ayrımcılık yapmama ilkesini içeren 4. maddenin 3. bendinde “cinsiyet, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliği” korumaya alınıyor. Yani, toplumsal cinsiyet “cinsiyet rolleri”nin dışına çıkarılarak ayrı bir cinsel kimlik olarak tanımlanıyor. Ayrıca sözleşmede “eş” kavramının yanında “partner” kavramı kullanılıyor. Çok açık biçimde görülmektedir ki; İstanbul Sözleşmesi eşcinselliği yaygınlaştıran ve cinsiyetsiz toplum hedefine ilerleten bir araçtır. Sözleşmeyi önemli ve ayırt edici kılan özelliği de budur.
Özetle: Türkiye’mize, Cumhuriyet Devrimimizin kazanımlarını dinamitleyen, emperyalist Batı ile çürümeyi paylaşacağımız bir toplum projesi dayatılmaktadır. Kimsenin itiraz edemeyeceği kadına şiddet başlığı bu dayatmanın paravanıdır.
Toplumsal cinsiyet kavramının tanımı ve Batı’daki içeriği bellidir. İsteğinize göre yorumlama şansınız yoktur.
İngiltere’de BBC’nin okul kanalının 9-12 yaş arası çocuklara ithafen yayınladığı filmde100’den fazla toplumsal cinsiyet kimliği olduğu öğretilmeye başlanmıştır.
Facebook, üyelerinin cinsiyetlerini tanımlamak için en az 58 farklı toplumsal cinsiyet kimliği kullanıldığını açıklamıştır.
Fransız parlamentosu, LGBT´li ebeveynlere karşı ayrımcılıkla mücadele etmek için Şubat 2019 tarihinde bir kanun değişikliği ile “anne” ve “baba” kelimelerinin Fransız okullarındaki resmi evraklardan çıkarılmasını ve yerlerine “ebeveyn 1” ve “ebeveyn 2” ifadelerinin kullanılmasını onaylamıştır.
Pek çok Avrupa ülkesinde kimliklerde cinsiyet seçeneğinde kadın ve erkekten başka cinsiyet türleri bulunmaktadır.
Bu uygulamalar bizim hangi kadınımızı özgürleştirecektir? Onu şiddetten nasıl koruyacaktır?
İstanbul Sözleşmesi LGBTİ’ye alan açmakta ve eşcinselliği meşrulaştırmaktadır. 2011’den sonra bu alanda ülkemizde yaşanan gelişmeler ortadadır. En son, CHP’li Kadıköy ve Şişli Belediyelerinin Çocuk Eşcinselliğini savunan pankartlarla yürümesi, toplumumuz için şiddetli bir uyarıdır.
Nerede eşcinsellik yayılırsa, orada kadın kesinlikle kafestedir.
Ya da: Nerede kadın kafeste ise, sevgi ve muhabbet de erkekler arasında olur. Orada kadın sürgündedir.
Çünkü eşcinsellik, kadının aşağılanmasının sonucudur ve ancak kadının aşağılandığı çürüyen toplumlarda yayılır ve normalleştirilir.
İstanbul Sözleşmesi’nin dayattığı toplum, insanın cinsiyetine yabancılaştığı, kendi bedeniyle kavgalı hale geldiği, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı içinde kaybolduğu, yalnızlaştığı, yırtıcılaştığı, bencilleştiği, gerginlikler ve intihar gelgitleri içinde çırpındığı bir toplumdur. İstanbul Sözleşmesi, bu açıdan kadını özgürleştiren bir düzenleme değil, çürüyen sistemi yayan bir dayatmadır.
Biz, Türk toplumuna dayatılan bu toplum modelini reddediyoruz!
Sözleşmenin 4. maddesinde yer alan “cinsel yönelim” ve “toplumsal cinsiyet” ifadelerinin ayrım yapmadan herkesi şiddetten korumayı amaçladığını söyleyenler büyük bir yanılgı içindedir. Gölge raporları inceleyenler görecektir ki bu hüküm uyarınca Anayasanın 10. maddesinin ayrıntılandırılarak cinsel yönelim ile toplumsal cinsiyet ifadelerinin eklenmesi talep edilmektedir.
EMPERYALİST MÜFETTİŞLERİ KABUL ETMİYORUZ
Sözleşmenin 66. maddesine göre; kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddete karşı bir eylem uzman grubu (GREVIO) Sözleşme’nin Taraflarca uygulanmasını izler.
Taraflar, GREVİO tarafından hazırlanan bir sualnameye dayanarak Sözleşme’nin hükümlerini yürürlüğe sokan hukuki ve diğer tedbirler hakkında GREVİO tarafından değerlendirilmek üzere Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bir rapor sunar. GREVİO, Sözleşmenin uygulanması hakkında sivil toplum örgütlerinden de rapor alır ve taraf devletlerin değerlendirme raporunu hazırlar.
GREVİO’nun Türkiye’yi değerlendirdiği ilk raporu 2018 yılında yayınlanmıştır. Sözleşmenin niyetini açıkça ortaya koyan bu raporu Türk milleti bilmek ve tartışmak zorundadır.
Çünkü Türk kadını bu raporu yazan emperyalistlerden özgürlük dilenmeyecektir!
116 sayfalık GREVİO Raporu sık sık şu vurguyu tekrarlamaktadır: GREVİO; terörle mücadele tedbirleri, Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki güvenlik operasyonları ve başarısız darbe girişimi sonrası kamu görevlilerinin toplu ihracıyla ortaya çıkan kamu görevlileri kaynağının boşalması gibi çeşitli faktörlerin, kadınların şiddetten uzak yaşama hakkının yerine getirilmesine uygun olmadığını ortaya koymaktadır.
GREVİO’ya göre, Türkiye’nin PKK ve FETÖ ile mücadelesi kadınlara zarar vermektedir. Kadın ve çocuk düşmanı, bölücü ve gerici terör örgütlerine kalkan olan Avrupa Konseyi’nin nasihatleriyle mi kadına şiddeti önleyeceğiz?
Dahası, raporun 16 ve 17. sayfalarında Türk askerine ve Türk polisine tecavüzcü denmektedir. 54. sayfada ise kayyum atamaları eleştirilmiştir, PKK güdümündeki kadın örgütleri korunmuştur.
Batı emperyalistleri bağımsızlığımıza, özgürlüğümüze göz dikmiştir, başı dik yaşama hakkımıza müdahale etmiştir.
Buna ilk başta kadınlarımız karşı çıkmalıdır. Türkiye’nin tepesine müfettişler ve zabıtalar atanmasını kabul edemeyiz. Türk kadınını emperyalist zabıtalar kurtaramaz. Kadınımızın ve erkeğimizin biricik kurtarıcısı, Cumhuriyet felsefesiyle başını kaldıran yetenekli Türk kadınıdır ve Türk erkeğidir.
ETNİK AYRILIKLAR KIŞKIRTILIYOR
Yine raporda; Kürt kadın örgütleri ile lezbiyen kadın örgütlerinin devlet tarafından fonlanması ve politika geliştirmeye dâhil edilmesi talebi yer almaktadır. Bu talep sözleşmenin 4, 6 ve 8. maddelerine dayandırılmaktadır. Bu vesileyle 4. Maddenin 3. Bendine tekrar dikkat çekmek gerekir. Bu maddeye göre; “Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”
Cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliği kavramları üzerinden LGBTİ’ye alan açan bu madde; ulusal azınlıkla bağlantılı olma ifadesi ile de etnik ayrılıkları kışkırtmaktadır.
GREVİO, sözleşmenin uygulanışını izlemekle yükümlü bir komitedir. Sözleşme hükümlerine dayanmayan tavsiyelerde bulunamaz. Bu nedenle GREVİO raporu sözleşmenin sağlamasıdır, pratiğe yansımasıdır, somuttur. GREVİO’nun “yaptırımı yoktur” diyerek raporu Türk milletinden gizleyenler teslimiyetçidir ve sözleşmenin neye hizmet ettiğini saklamaktadırlar.
Ek olarak; GREVİO üyelerine tanınan imtiyazlar ve Sözleşmenin uygulanmasını konsolosluk korumasına alan madde egemenlik haklarımızın ihlaline yol açmaktadır, kabul edilmesi mümkün değildir.
SÖZLEŞMENİN YENİLİK GETİRMİYOR
Türkiye Cumhuriyeti kadının güçlenmesi ve özgürleşmesi açısından eşsiz bir tarihsel deneyime sahiptir. Meşrutiyetlerle başlayan, Cumhuriyet Devrimi ile büyük kazanımlar elde eden ve hakları için savaşa savaşa bugünlere gelen Türkiye kadın hareketine hiçbir hak emperyalist Batı tarafından bahşedilmemiştir. Türk kadını, her aşamasında emek vererek haklarını kazanmıştır. Şimdi ise, İstanbul Sözleşmesi ile öyle bir algı oluşmuştur ki sanki sözleşmeden önce Türkiye’de kadın sorununun çözümüne dair en ufak bir adım atılmıyordu, Avrupa Konseyi geldi ve bizi kurtardı. Halbuki, İstanbul Sözleşmesi’nde yenilik olarak sunulan hukuki düzenlemelerin büyük çoğunluğu Türk Medeni Kanunu’nda, Türk Ceza Kanunu’nda, Anayasamızda ve ilgili yasalarımızda mevcuttur.
6284 KIRMIZI ÇİZGİMİZDİR
6284 Sayılı Kanun da Türkiye kadın hareketinin kazanımlarından biridir. Tepeden tırnağa millidir ve bizimdir. Kanun’un yalnızca İstanbul Sözleşmesi’ne dayanılarak çıkarıldığını söylemek halkı kandırmak oluyor. Kanun’un gerekçesine bakıldığında bile anlaşılacaktır ki 6284 Sayılı Kanun, 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunu’nun güncellenmesi ihtiyacından doğmuştur. Aynı zamanda Anayasa’nın 10. ve 41. maddelerinin 6284 Sayılı Kanun’a yasal dayanak olduğu bilinmektedir. Çok önemlidir ki; 6284 Sayılı Kanun toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim kavramlarını içermemektedir. Ve yine 6284 Sayılı Kanun ile İstanbul Sözleşmesi’nin aileye yaklaşımı farklıdır. Sözleşmenin yaklaşımı aileyi ve kadını karşı karşıya koyuyor, tamamı bütünlüklü incelendiğinde ailenin aslında kadına vurulan bir pranga olduğu sonucuna ulaşılıyor. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ise ailenin korunması ve kadına yönelik şiddetin önlenmesini bir bütün olarak ele alıyor.
Bu vesileyle uyarmak isteriz ki; “kadının beyanı esastır” düzenlemesi ve uzaklaştırma kararları üzerinden 6284’ü hedef alanlar karşısında Avrupa Konseyi’ni değil bu haklar için emek vermiş, bedel ödemiş Türk kadınını bulacaktır. 6284 kırmızı çizgimizdir. Önümüzde uygulamadaki aksaklıkları giderme ve 6284’ü geliştirme görevi vardır.
Bizi daha iyi yaşatacak olan Atatürk’ün dediği gibi her zaman daha ileri daha ileri taşıyacağımız Cumhuriyet’imizdir!
Bu göreve her daim hazır olduğumuzu,
Kamuoyuna saygıyla duyururuz.
Herkesi bu kutlu göreve çağırıyoruz.