Dokuz kardeşten biriydim. Dördümüz geldik Türkiye’ye. Adım 1960 devrimiyle konmuş. Ben ‘İnkılap.’ Sevdim doğrusu. Kendimi güçlü hissettim. Kardeşlerim Harbiye, Turhan Emeksiz ve Teğmen İhsan Kalmaz
2004 yılının 1 Mayıs’ında Kadıköy iskelesine yanaştım. Yolcuların inmesinin ardından hareket edip Karaköy iskelesine doğru yol aldım. Ulaştığımızda her akşam olduğu gibi beni temizlediler, koltuklarımı sildiler, zeminimi yıkadılar. Sonra kaptanıma bir telefon geldi. Heyecanlandı, yüzü sarardı ve makine dairesinden gelen sesi duydum. Yeniden hareket etmiş ve Galata Köprüsü’ne yönelmiştik, köprü açıldı. İlerledik, ilerledik Camialtı Tersanesi’ne geldik. Bu her akşamdan çok farklıydı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken Ali Kaptan’ın alnını dümenime dayayıp gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü görünce sona geldiğimizi anlamıştım. Oysa yorgun bedenime karşın işe yaramanın, insanları mutlu etmenin ne demek olduğunu iyi bilenlerdendim.
“Kaldır başını kaptan, bu ikimiz için de yeni bir macera olacak!”diye geçirdim içimden. Kaptan hissetmiş olmalı ki başını kaldırdı, gözyaşlarını sildi. Dümenimi bir çocuğu severcesine okşadı ve beni incitmekten korkar gibi yumuşak adımlarla kapıya doğru ilerledi. “Sakın arkanı dönme Ali Kaptan, beni de ağlatma” diye geçirdim içimden.
SON KEZ BAKTILAR
Personel aşağıda bekliyordu, sessiz, hüzün dolu bir İstanbul akşamında. Çarkçıbaşı motorlarımı susturmuş, çımacı halatları toplamış, makinist lostrodomosu ve tüm çalışanlar vedalaşmayı bekliyorlardı. Hepsi döndüler son kez baktılar, elleri hafifçe havada sallandı ve karanlıkta kayboldular. İşte o an yalnızlığımın başladığını anladım.
Çoook uzun yollardan gelmiştim Türkiye’ye. İskoçya’nın Glaskow kentinde doğmuşum. Dokuz kardeşten biriydim. Dördümüz geldik Türkiye’ye. Adım 1960 devrimiyle konmuş. Ben “İnkılap”. Sevdim doğrusu. Kendimi güçlü hissettim. Yeni bir şey getirmiştim ve çok değerli olduğumu düşünerek mutlu da oldum. Kardeşlerim “Harbiye”, “Turhan Emeksiz” ve “Teğmen İhsan Kalmaz”.
Bandolar eşliğinde Boğaz’ın serin sularından salınarak girmek öyle heyecan vericiydi ki, dünyanın eşsiz güzelliği ile karşılaşmak inanılmazdı, müthişti.
O ilk günü asla unutamam, yani şehir hatlarındaki ilk günümü. İskeleye yanaşmamla birlikte çoluk çocuk, genç, yaşlı insanların koltuklarıma yerleşmesi; onların neşeli seslerinin her yanımı kaplaması ne güzeldi! “Ben” dedim…“Ben ne şanslıyım!” İstanbul, Boğaz. Bu dünyanın en eşsiz güzelliği içinde salına salına, kıvrıla kıvrıla dolanmak mucize gibiydi. Güvertemde dolaşan aşıklara eşlik etmek, martıların üzerimde uçuşarak, atılan simitlere rüzgâr hızıyla dalışlarını izlemek ne keyifliydi. Uğradığım her iskele bir başka güzeldi. Genellikle Kadıköy, Karaköy, Adalar ve Yalova arasında yol alırdım. Kaptanımın iskelelere yanaşıp ayrılırken düdüğü ile selamlaması heyecanlandırırdı beni.
HAFTASONLARININ KEYFİ
En heyecanlı günlerim hafta sonları öğrencilerin doluşması ile başlardı. Neşeli sesler, kaçamak bakışlar, üst güvertenin kaptan köşküme yakın köşesinde gizli buluşmalar, altta kıç güvertede elele tutuşmalar, bodrum su altı bölmemdeki uykucular…
Dostlukların kurulduğu, sohbetlerin keyfine doyum olmadığı yolculuklar. Yani ben, yani İnkılap ne çok sevdalara, evliliğe giden pek çok aşkın doğuşuna, bir o kadar da hüzünlü ayrılıklara tanık olmuştum.
Yolculuklarım her zaman kolay olmazdı tabii. Kimi günler, Boğazın nereden geldiği belli olmayan tekinsiz ters akıntıları, kimi de sis, zorlardı beni ama. dümenimi tutan usta eller Şaban Kaptan, Yaşar Kaptan, Salih Kaptan onlara fırsat vermezdi. Suya yakın sisi deler, fırtınalara meydan okurduk. Kimi günler dalgalar dipten sessiz ama pek de keskin gelirdi. Lodos derlermiş pek hoşlanmazdım doğrusu. Benim içim bulanırdı, yolcuların da… İşte o zaman durum vahim olurdu. İş personele düşer akşam olunca beni bir güzel yıkarlardı.
Kimi zamanda Adalar, Yalova seferimde bayağı şiddetli dalgalar olur, beni bir o yana bir bu yana savururdu. Ama hiç korkmazdım. Becerikli kaptanım, ustalığını gösterir dümenimi hafifçe çevirir ve yandan gelen dalgayı burnumla kırar öyle bir maharetle ilerlerdi ki… Dümenim onun ellerinde olunca bedenime hoyratça vuran dalgalar adeta beni okşar, bir gelin edasıyla süzülür, kahramanca yolcularımızı sağ salim ulaştırmanın keyfini yaşardık. Anlayacağınız kışları pek severdim diyemem. Üstelik o soğuk günlerde güvertem de genellikle boş ve sessiz olurdu. Ama baharın gelişi, doğanın canlanışı benim de yeniden doğuşumdu.
Aslında benim her günüm heyecan dolu geçerdi. Adım adeta İstanbul’la özdeşleşmişti. Türk filmlerine dahi kadraj olmuştum.
VAPUR SATICILARI
Aaa!.. Unutmadan söyleyeyim, bir de satıcılarım vardı. İskelede hareket öncesi boynunda meşin kayışlı askısıyla matrisine koyduğu gazete ve mecmualarıyla gazeteci gelir satış yapardı. Hareket saatinde, iskeleden kalkarım bir bakarsınız içeri tarakçı girer “Beyabilerim, ablalarım!” diye söze başlar, sanki ardından atlı kovalıyormuşçasına kısacık sürede bir tarak fiyatına yedi tarağı satar kaybolurdu. Sonrasında Heybeliada Pişmaniyecisi belirir süratle pişmaniyeleri tüketir giderdi. Kendi kendime bu insanlarda ne tuhaf bir tarak, nelerine yetmiyor yedisini ne yapacaklar diye sorardım. Bir de pişmaniyeyi çok merak ederdim. Nasıl bir tadı vardı ki yolcular almak için yarışırlardı adeta. Dikkatimi çeken bir başka şey de her gün Yalova ve Adalar’dan İstanbul’a benimle gidip dönen yolcuların saatler süren sıcak ama bir o kadar da saygılı sohbetleriydi. Bu bana büyük keyif verirdi. Ancak yıllar geçtikçe insanların birbirinden uzaklaşmalarının nedenini bir türlü anlayamamıştım. Tabii mutsuz hatta kızgın olduğum zamanlar da vardı. Nedeni de sorumsuz ve duyarsız bazı insanlardı. Kimler mi? Koltuklarımı çizen, bedenime yazanlar. Çok öfkelenirdim çook…Yoğun günün ardından akşam iskeleye çekilir gecenin sessizliğinde yalnızlığımla baş başa kalırdım. Eh, gün içinde yorulan bedenim dinlenirdi de nedense akşam benimle vedalaşan personeli ve kaptanımı çok özler ve sabahı iple çekerdim.
SONA DOĞRU
Sonra ne mi oldu? 2008’in 5 Mayıs’ında sabaha karşı 05:00‘te Galata Köprüsü açıldı. Motorlarım pas tutmuş çalışmıyor… Beni bir romörke bağladılar sessizce bilmediğim bir yere doğru yola çıktım. Etraf sessiz, uğurlayanım yok. Aslında gittiğim yol bana hiç de yabancı gelmemişti. Ulaştığımda biraz şaşkınlık biraz heyecanla beni bando eşliğinde coşkuyla karşılayan, bana kucak açan dost Yalova’ya geldiğimi gördüm. Bu benim için yeni bir başlangıçtı galiba!
Ben, İnkılâp vapuru. Dünyanın son buharlı vapuru…Nikâh salonu, çocuk oyun salonu, kafe ve çeşitli amaçlı olarak kullanılacak bir toplantı salonu olacakmışım konuşurlarken duydum. Ayrıca bir bölümümde İnkılâp Müzesi oluşturulacakmış. Orada öylece beklemeye başladım. Sonraki günlerde beni karaya çektiler. O zaman çok hüzünlendim çünkü ben sular bedenimi okşamadan , dümenim sağa sola dönmeden ne yapacaktım! Yalnız günlerim başlamıştı. Hayallerimle baş başa kalmıştım. Hayallerim ve özlemlerim. Uzun yaz gecelerinde gökyüzünde yıldızlar dostum olmuştu. Gündüzleri tek tük martı güverteme geliyor, şöyle bir dolaşıp gökyüzüne doğru süzülerek uçup gidiyordu. Laf aramızda o kart seslerini bile özlüyor, heyecanla gelmeleri bekliyordum.
Bandolarla karşılanmak bayağı güzeldi, kendimi çok da önemli hissetmiş ve yeniden cıvıl cıvıl insan sesleri ile dolacağıma çok sevinmiştim ama öyle olmadı, beni bırakıp gittiler. Bir gün, iki gün, üç gün… Günler saymakla bitmiyor ama, ne gelen var ne giden. Fareler de olmasa iyice yalnızım. Gündüzleri parktan az da olsa insanlar geçiyor, hatta bazılarının meraklı bakışlarına da tanık olmuyor değilim… Ancak yüzlerindeki ifade endişelenmeme neden oluyor. Sanki üzüntüyle bakıyorlar. Yer yer bedenimde çürükler oluşuyor, korkuyorum. Yalnızlık zor… Keşke tersanede mi kalsaydım, ya da batsaydım da bir efsane olarak mı yaşasaydım!
İşte yine sessizliğimle baş başa olduğum günlerden birinde bir kadın yanıma yaklaştı ve bana hafifçe dokundu; “Yalnız değilsin, ben varım!.. Ben seninle öyle güzel yolculuklar yaşadım, sende öyle güzel anılar biriktirdim ki… Teşekkür ederim sana!” “Ben de sevdiklerimi yitirdim, ama unutma dostlarımız var yalnızlığımızı paylaşacak, yine geleceğim…” diyerek uzaklaşmaya başladığında hala değerli ve önemli olduğumu anladım, umutlandım.
Sonra mı? Sonra… Bir sabah bedenime vurulan sert bir şeyle uyandım. Konuşmalardan öğrendim ki, beni söküp bazı parçalarımı bir müzede sergileyecek, bazı parçalarımı da demir çelik fabrikalarına göndereceklermiş. Ben İnkılap… Batmaktan da beter olmuştum. Tek tesellim yalnızlığımın bitmesi, parçalarımın tekrar bir işe yarayacağını bilmemdi.
Hoşçakalın martılar, yanıbaşımdaki kahkaha ve çığlıkların yükseldiği lunapark… Hoşçakalın sevgili çocuklar!..